Gönülden Vermek
Fikret Nafi ÇOKSÖYLER
coksoyler@hotmail.com

Gönülden Vermek

02 Ekim 2024 Çarşamba 23:31 makaleler

Bugün size İzmir veya Ege’nin kuzeyinden değil de daha kuzeyden, Karadeniz kıyısından , Karadenizin koyu mavi sularına bakarak yazıyorum. Bir süreliğine tekrar üniversiteye döndüm, Trabzon’da özel bir üniversitede çalışmaya başladım. Ancak Sezen Aksu’nun dediği gibi “Kalbim Ege’de kaldı”. Yani köşemi devam ettireceğim.

Bu günkü konumuz “Gönülden Vermek”. Çok az sayıda yaşlı bu mutluluğu hala yaşamakla birlikte popüler kültür ile yok olan bir kavram, bizi biz yapan kavramlardan birisi. En iyisi hatırlatmaya çalışmak.

Anlatıma bir alegori ile başlamak istiyorum; uzun saplı kepçeler paradoksu1. Birçok kültürde farklı anlatım varyasyonları olan bu hikayenin Türkçe’sini bulamadığım için kendi yorumumla aktarmak istiyorum. Olay o ya, bir genç ölür ve ahirete göç eder. Onu karşılayan meleklerin sempatisini kazanan gencimize bir ayrıcalık tanınır ve cennet veya cehennem tercihi olup olmadığı sorulur. O da akıllı bir cevapla önce görmek istediğini belirtir. Melekler ilk önce ona cehennemi gösterirler. Manzara gerçekten korkunçtur. Sonsuza uzanan bir ziyafet masası ve iki yanında bir kolları bağlı, diğer ellerinde ise bırakamayacakları uzun saplı kaşıklar olan insanlar. Masanın üstü muhteşem ve çok lezzetli yemeklerle dolu. Ama hiçbiri kaşığına doldurduğu yemeği, çok uzun sap nedeniyle, ağzına götüremiyor. Kan-ter içinde boğuşuyor, açlıktan kıvranıyor, hırsla yemeklere dalıp çıkıyor. Açlık ve hiddet ile tam bir cehennem hayatı yaşıyor. Genç gerçekten manzara karşısında korkmuş, kesin burada olmamalıyım diye düşünmüş, ama yine de cenneti de bir görmeden karar vermek istememiş. Şaşkınlıkla görmüş ki ortam aynı; yani üzeri çeşitli yemeklerle dolu sonsuza uzanan bir ziyafet masası ve iki yanında aynı şekilde bir kolları bağlı diğer ellerine yapışmış uzun saplı kaşıklar olan insanlar. Ama herkes mutlu, gözleri pırıl pırıl. En sevdileri yemeklerden bir kaşık alıyorlar ve karşılarında herhangi bir insana uzatıyorlar. Oda mutlulukla kabul ederken diğerlerine bir şeyler yedirmeye çalışıyor. Paradoksun çözümü burada bitiyor ve arkası hep açıklamalarla geliyor. Benim kanımca da orayı cennet yapan karşılıklı bir dayanışma değil, herkesin içtenlikle, bir karşılık beklemeksizin birisine sevdiği ve seveceği veya onu mutlu edecek bir şeyi “gönülden vermesi”. Buna ilaveten o kaşık dolu lokmayı alan kişinin de bunu saygı ve sevgiyle kabul etmesi ve bunu içtenlikle göstermesi. İşte, bence ikinci masayı cennet yapan bu; verenin hiçbir karşılık beklemeden, borçlandırmadan, minnet beklemeden, kendine kul köle olunmasını istemeden sadece karşısındakinin mutluluğu için vermesi ve onun mutluluğu ile kendisinin de mutlu olması. Karşılığında ise sadece alanın yüzündeki mutluluğu ve verileni sevgi ile kabul edilişini görmesi.

Bizde sanırım bu son kısım unutuldu, yani gönülden vermek ve sevgiyle ve saygıyla kabul etmek. Ama ne zaman kaybolduğuna dair bir tahminim yok. Öyle deyişlerimiz var ki o tarihlerden bile bu iletişim ortamından mahrum olduğumuzu gösteriyor. Mesela “Ben ona bir iyilik yapmadım ki, o bana ne diye bir kötülük yapsın?” deriz. Bu hem iyiliğimizin bir karşılığı olduğunu, bir borçlanmaya tekabül edebileceğini ve iyilik yapanın da bunu sevgiyle değil de mecburiyet veya aç gözlülükle kabul etmiş olabileceği ve beklentilere karşı kabaran öfkesini bir kötülükle gösterebileceği varsayımları yatar. Benzer korku “Acıma yetime..” diye başlayan tekerlemede vardır. Tekerlemenin “yetim” tarafının bu acıma karşısında neler çekebileceğini bize Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikayesi çok güzel anlatmıştır. Bu hikayelere bakınca en azından yüz yıldır bu güzel iletişimin unutulmaya başladığı kavramı çıkar. Hatta çok eski dini metinlerde bile bunun yokluğunun işaretlerini görürüz.

Tarihçeyi bir yana bırakırsak, bireyleri topluluk haline getirin en önemli kavramlardan birisidir gönülden vermek ve sevgi ile kabul etmek. Anne bebeğini hiçbir karşılık beklemeden besler, bağrına basar. Bebek de bunu mutlulukla ve sevgiyle kabul eder. Bebeğinin gözünde o mutlu bakışı görmekten daha büyük bir haz olabilir mi bir anne için? Vatan, millet, halk, dava veya arkadaşları için canını feda etmek ve bu uğurda ölenleri şükranla yad etmek de böyle bir şeydir. Aile de böyle ayakta kalır, arkadaşlık da. Eğer sürüklenmeye karşı dayanışma halinde birbirimize tutunarak var olmayı düşünüyorsak, ilk başta genlerimizden gelen bu olguyu2 hatırlamamızda yarar vardır.

Dip Not:

1 https://en.wikipedia.org/wiki/Allegory_of_the_long_spoons

2 Gen bencildir kitabı genlerin o canlıyı birey değil grup halinde ayakta kalmasını sağlayacak şekilde davrandığını yazmamış, bu neden le eksik bir anlatımı var.